Son 50 yıldaki ‘kardeş kavgaları’mızın kısa tarihi / Altan Öymen

1950’lerdeki kavgalar
1950’lerin sonlarında siyasetteki kutuplaşma, zirve noktasına varmıştı. Bir taraf kendisini ‘vatan cephesi’ ilan ediyor, öteki taraf ‘demokrasi cephesi’ kurmaya çalışıyordu. ‘Cephe’ler henüz birbirine silah çekme aşamasına gelmemişti. Ama, aralarındaki gerginliğin giderek artmasıyla, yer yer, taşla saldırma, dövüşme, bıçak kullanma örnekleri görülüyordu.
İktidarın fanatikleri, muhalefetin yapacağı mitingleri önlemeye çalışıyordu. Çıkarılan olaylar sonucunda muhalefet liderleri bazı yerlerde taşlanıyor, bazı yerlerdeki mitinglerini iptal etmek zorunda kalıyordu.
Hükümetin muhalefet partileri ve basın hakkında aldığı ‘tedbirler’, başlangıçta sınırlıydı.
Meclis’teki üçüncü parti olan -Osman Bölükbaşı’nın partisi- Millet Partisi, tek hâkimli ‘Sulh Ceza Mahkemesi’ kararıyla kapattırılmıştı. Tüm malları müsadere edilmişti. (O zamanki parti kapatma usulü öyleydi.)
Ana muhalefet partisi CHP’ye karşı kapatma davası açılmamıştı. Ama Meclis’teki iktidar partisinin çoğunluğu, bir ‘müsadere kanunu’ çıkararak, CHP’nin ‘sadece’ mallarını elinden almakla yetinmişti. (Aralık 1953)

Tahkikat Encümeni ve sonuçları
Zaman içinde, bu durum değişti. İkdidar partisi yöneticileri, ana muhalefeti ve ‘bir kısım basın’ı da hedef alan yeni bir proje hazırladılar. Bu, onlar hakkında 15 üyeli bir ‘Meclis Komisyonu’ eliyle ‘soruşturma’ açtırmaktı.
Proje, Meclis kararıyla gerçekleşti. (Nisan 1960)
O zamanki adıyla ‘Tahkikat Encümeni’ adıyla kurulan komisyonun 15 üyesinin tümü iktidar partisinin milletvekilleri arasından seçildi. Komisyona, ‘tutuklama’ dahil, ‘siyasi faaliyet, yasaklama’, ‘basına yasaklar koyma’ dahil, birtakım adli yetkiler de verildi. Komisyon, o yetkileri, göreve başladığı ilk geceden itibaren kullanmaya başladı. Ülkedeki tüm siyasi faaliyetleri yasakladı. Basında belirli haberlerin ve demeçlerin (TBMM tutanaklarındaki konuşmalar dahil) yayınlanmasını yasakladı.
Bu gelişme, ülkedeki tepkileri daha yaygınlaştırdı. Tepki gösterilerine karşı güvenlik güçlerinin tedbirleri de artırıldı.
İstanbul ve Ankara Üniversitesi fakültelerine giren güvenlik güçlerinin davranışları, olayları büsbütün tırmandırdı. Hükümet, olayları önleyemediğini görünce, İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan etti. (28 Nisan 1960)
Sonrası malûm… Olaylar, sıkıyönetim yoluyla da önlenemedi. İki öğrenci öldü. Birçok öğrenci yaralandı. Bir gün geldi, sabah saat 4.30 civarında Devlet Radyosu’nda Kurmay Albay Alparslan Türkeş’in sesini işittik:
“Bugün, demokrasimizin içinde bulunduğu buhran ve en son müessif hadiseler dolayısıyla ve KARDEŞ KAVGASINA meydan vermemek maksadıyla, Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır.”
Türkeş’in ilan ettiği ‘idareyi ele alma’ gerekçesi, demokrasiyle ilgili ‘buhran’la birlikte ‘kardeş kavgasını önlemek’ti.
Bu, dönemin ihtilal komitesinde bulunan tüm subaylar için öyle miydi? Yoksa en azından bazıları, ülkeyi kendi görüşlerine göre yönetmek istiyorlardı da, o ‘kardeş kavgası’ manzaralarını gerekçe olarak mı kullanmışlardı?..
Bu konu üzerinde, çok şey yazılmıştır, tartışmalar yapılmıştır. Ama tartışılmayan şey şudur:
O ‘kardeş kavgası’ manzaraları, halkın büyük kesimince, önlenmesi istenen manzaralardı. İdareye el koyan askerler, o yüzdendir ki, en azından başlangıçta, başta büyük şehirler olmak üzere, ülkenin her yerinde kendilerini destekleyen kitleler bulabildiler.
Bu, 1950’lerdeki ‘demokrasiye geçiş’ döneminde daha çok, ‘demokrasi anlayışı’yla ilgili ‘siyasal çatışma’ların sonucu olan bir ‘kardeş kavgası’ sürecinin örneği. Tabii, tüm yönleriyle tartışılmasının yeri burası değil. Bir gazete yazısında, ancak anahatlarıyla hatırlanabilir.

1970’lerdeki ‘sağ-sol’ çatışmaları
Bir de, 1970’lerdeki ‘kardeş kavgası’ manzaralarımız var ki, onlar daha karmaşıktır.
İlk örnekleri, 1968’de Fransa’da başlayan ve diğer Avrupa ülkelerine yayılan ‘68 olayları’ndan sonra görülür. Aşama aşama sol-sağ çatışması niteliğine bürünür…
‘Sol’daki eğilimler, Türkiye’deki toplumsal sorunların yanında, dünyadaki ‘Soğuk Savaş’ın sol kanadındaki çeşitli akımlardan da etkilenirler.
Sağdaki eğilimlere gelince… Onların bazısında dini etkenler de rol oynar, bazısında ise, asıl belirleyici etken, o sıralarda siyaset sahnesinde Alparslan Türkeş’in temsil ettiği “milliyetçilik” anlayışıdır.
1969 Şubat’ında ‘solcular’, İstanbul’a gelen Amerikan 6’ıncı filosuna ‘kahrolsun emperyalizm’ diye tepki gösterirler. ‘Sağcı’ların, dini sloganlar kullanan bir bölümü, Taksim Meydanı’nda onlara ‘Allahsızlara ölüm’, ‘Kahrolsun komünizm’ gibi sloganlarla hücum ederler… İki kişi ölür, 200 kişi yaralanır. (16 Şubat 1969-’Kanlı Pazar’)
Sağcıların ‘milliyetçi’ bölümünde ise ‘komando’lar diye adlandırılan örgütlü gruplar oluşur… Solcuları, onlar daha da tehlikeli birer ‘düşman’ sayar… Ve bu düşmanlık giderek tırmanır.
Daha birçok çatışmadan sonra sonuç şudur:
12 Mart 1971 günü öğleyin saat 13.00’te Ankara’daki Türkiye radyoları spikeri, kendisine subaylar tarafından getirilen bir ‘muhtıra’yı okur. Muhtıranın ilk cümlesi şöyle başlar:
“Parlamento ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatıyla, yurdumuzu anarşi, KARDEŞ KAVGASI, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuştur.”
Muhtırayı ‘imza’layanlar Genelkurmay Başkanı ile dört kuvvet komutanıdır. (Orgeneraller: Memduh Tağmaç ve Faruk Gürler ile  Oramiral Celal Eyicioğlu ve Orgeneral Muhsin Batur).
Generaller, bu defa yönetime el koymak yerine, o zamanki Başbakan Süleyman Demirel’in istifasını ve yerine kendilerinin güveneceği yeni bir hükümetin kurulmasını isterler.
Bu, gerçekleşir, Profesör Nihat Erim’in başkanlığında, bir kısmı Meclis dışındaki ‘teknisyen’lerden oluşan bir hükümet kurulur. Ama arkasından İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Diyarbakır dahil 11 ilde sıkıyönetim ilan edilir. Ülkenin önemli bir kısmındaki yönetim fiilen askerler tarafından üstlenilir.
Sonra… Binlerce gözaltına alma, tutuklama, cezalandırma… Anayasa Mahkemesi’nin Milli Nizam Partisi ile Türkiye İşçi Partisi hakkında oybirliğiyle aldığı kapatma kararları… Anayasa’nın bazı maddelerinin özgürlükleri daraltıcı şekilde değiştirilmesi…
Ve daha birçok özgürlük daraltılması, cezalandırma, sivil toplum örgütü kapatma önlemleri…

Kahramanmaraş’taki 105 ölü
12 Mart rejimi, 1973 seçimleriyle sona erdi. Ondan sonra yeniden ‘demokrasiye geçiş’ süreci yaşadık.
O süreç fazla uzun sürmedi, Bülent Ecevit hükümetleri sırasında 12 Mart yönetimi sırasındaki bazı yaraların sarılmasına çalışıldı… Fakat bir süre sonra, kardeş kavgaları gene başladı.
Bazısının temelinde gene sağ-sol çatışmaları vardı. İstanbul Üniversitesi kapısındaki solcu gruba bomba atılıp 6 gencin öldürülmesi gibi… Savcı Doğan Öz’ün, Doçent Bedrettin Cömert’in silahlı saldırıda öldürülmesi, AP’li Malatya Belediye Başkanı Hamido’nun bombalı zarfla öldürülmesi gibi..
Solcuların bulunduğu kahvenin taranması, 7 kişinin ölmesi, Ankara’da Bahçelievler’de 7 TİP’linin, İstanbul’da Profesör Bedri Karafakioğlu’nun öldürülmesi gibi…
Bazılarının temelinde ise Alevilere karşı hareketler vardı.
1978’in Aralık ayında Kahramanmaraş, iç savaşı andıran olaylar yaşadı… Korkunç şeyler oldu, 105 kişi öldü. Pek çok kişi yaralandı. Çorum’da, Tokat’ta, Sivas’ta olaylar çıktı. Gene birçok insan öldü, yaralandı… 13 ilde sıkıyönetim ilan edildi.
Tek tek işlenen cinayetleri burada saymaya kalksam, bu gazetenin sayfaları yetmez… 1980 yılına gelindiğinde artık yurdun çeşitli yerlerinde, günde ortalama 20 kişi ölüyordu.
Siyasi veya ideolojik, sağ veya sol, din veya mezhep… Özel nedenleri ne olursa olsun, bütün bu cinayetlerin niteliği aynı başlık altına giriyordu: ‘Kardeş kavgası…’

12 Eylül’ün gerekçesi..
12 Eylül 1980’deki ‘askeri müdahele’nin gerekçesi de, tabii, gene oydu: ‘Kardeş kavgası’.
Orgeneral Kenan Evren, 12 Eylül günü yaptığı televizyon açıklamasında şöyle diyordu:
“…Türk vatandaşları, siyasal çıkarlar uğruna çeşitli suni ayrılıklar yaratılmak suretiyle muhtelif kamplara bölünmüş ve birbirinin kanını akıtacak kadar gözleri döndürülerek adeta birbirine düşman edilmişlerdir.”